Günlük Hayatın Felsefesi

Herşeyi Sorgulamanıza Neden Olacak 7 Felsefi Düşünce Deneyi

Düşünce deneyleri, entelektüel dünyanın en güçlü araçları arasında yer alır. Felsefeden fiziğe, pek çok alanda bu deneyler, karmaşık durumları analiz etmemize, alışılmadık sorular sormamıza yardımcı olur. Felsefe tarihinde birçok ünlü düşünce deneyine rastlarız; ancak bazıları fazla tanımaz. Aşağıda yer alan yedi felsefi düşünce deneyi bunun birer örneğidir.

felsefi düşünce deneyi

Swampman Düşünce Deneyi

Bir adamın yürüyüşe çıktığını hayal edin. O sırada bir yıldırım düşer ve adamı anında yok eder. Aynı anda başka bir yıldırım bataklığa isabet eder ve oradaki molekülleri rastlantısal olarak bir araya getirerek adamın birkaç saniye önceki hâlinin tıpatıp aynısını oluşturur.

Ortaya çıkan bu yeni varlık —yani Swampman— adamın beyniyle aynı yapıya sahiptir. Aynı anılara, aynı davranış kalıplarına ve aynı fiziksel görünüme sahiptir. Hayatına kaldığı yerden devam eder. İşe gider, arkadaşlarıyla konuşur ve çevresindeki hiç kimse onun farklı biri olduğunu fark etmez. Peki, yıldırımın yok ettiği adamla Swampman gerçekten aynı kişi midir?

Donald Davidson, 1987’de bu çarpıcı düşünce deneyini ortaya atarak kişisel kimliğin doğasını sorguladı. Davidson, bu soruya “hayır” yanıtını verir.

Ona göre iki varlık fiziksel olarak tamamen aynı görünse bile, aynı kişi sayılamazlar. Çünkü ikisi, ortak bir nedensel geçmişi paylaşmaz. Hatırladığını sandığı şeyler, gerçek yaşantılardan değil, yok olan bir başka kişinin geçmişine ait kayıtların taklidinden ibarettir.

Bu görüşe karşı çıkan filozoflar da vardır. Bazıları, Swampman ile yıldırımla yok olan adam aynı zihinsel içeriğe sahipse, onları farklı saymak için bir neden olmadığını savunur.

Thomson’ın Kemancı Düşünce Deneyi

Judith Thomson’ın 1971 tarihli “A Defense of Abortion” (Bir Kürtaj Savunusu) adlı makalesinde sunduğu bu düşünce deneyi, ahlaki sorumlulukları ve bireyin beden üzerindeki haklarını tartışmaya açar. Thomson okuyucusuna şöyle bir senaryo sunar:

Bir sabah, sırt sırta bağlı olduğun bilinçsiz bir kemancıyla aynı yatakta uyandığını fark edersin. Üstelik bu kişi, çok ünlü bir kemancıdır. Adam ölümcül bir böbrek hastalığıyla mücadele etmektedir.

Müzikseverler Derneği, dünya genelinde tüm tıbbi kayıtları tarar ve yalnızca senin kan grubunun onunkine uyduğunu keşfeder. Bu nedenle seni gece vakti kaçırır ve kemancının dolaşım sistemini seninkine bağlar. Artık böbreklerin onun kanındaki toksinleri de temizlemektedir.

Eğer şimdi bağlantıyı kesersen, kemancı hayatını kaybedecektir. Dokuz ay boyunca bağlı kalırsan, sağlığına kavuşacak ve güvenle senden ayrılabilecektir. Peki soru şu: Bu adamı yaşatmak için dokuz ay boyunca bedenini ona adamak zorunda mısın?

Thomson’a göre, eğer onun hayatta kalması, senin iraden dışında bir bedensel fedakârlığı gerektiriyorsa, bu yükümlülüğü kabul etmek zorunda değilsin. Thomson bu argümanı temel alarak, fetüsün de başkasının bedenini kullanma hakkına sahip olmadığını öne sürer. Bu yüzden, annenin gebeliği sonlandırma kararını bedensel özerklik üzerinden savunur.

Kemancının ölümü, bu kararın doğrudan hedefi değil, yalnızca bir yan sonucudur. Ona göre, bu sonucu önlemek için ahlaki bir yükümlülük yoktur.

Cehalet Peçesi

John Rawls, 1971’de yayımladığı A Theory of Justice (Bir Adalet Kuramı) adlı kitabında bu düşünce deneyini, adaletin doğasını sorgulamak için geliştirdi. Rawls, okuyucuya şöyle bir senaryo sunar:

Yeni bir toplum inşa edeceksiniz ve bu toplumun temel ilkelerini belirleme sorumluluğu size ait. Ancak önemli bir kural var: Bu toplumda kim olacağınızı bilmiyorsunuz. Irkınız, cinsiyetiniz, ekonomik durumunuz, inancınız ve kişisel özellikleriniz tamamen gizli tutuluyor. İlkelere karar verdikten sonra, bu toplumun içine rastgele yerleştirileceksiniz.

Rawls’a göre, kimliğinizi bilmediğiniz bir durumda, kişisel çıkarlarınızı gözetemezsiniz. Bu belirsizlik, sizi adil düşünmeye zorlar. Büyük olasılıkla, herkesin eşit haklara sahip olduğu ve dezavantajlı bireylerin korunduğu bir düzen kurmak istersiniz.

Bu felsefi düşünce deneyi, içinde yaşadığımız toplum hakkında da acı bir soruyu gündeme getirir: Kendi çıkarlarımız daha adil bir toplum kurmamızın önüne mi geçiyor? Rawls’ın yaklaşımı bu soruyu güçlü ve düşündürücü bir biçimde ortaya koyar.

Deneyim Makinesi

Bu düşünce deneyini Robert Nozick “Anarchy, State, and Utopia” adlı kitabında geliştirdi. Nozick şöyle bir dünya hayal eder:

Üstün teknolojiye sahip sinirbilimciler, yaşamınız boyunca size haz veren deneyimleri kusursuz biçimde taklit eden bir makine üretir. Bu makinede yaşayacağınız simülasyon son derece gerçekçidir; gerçek hayattan ayırt edilemez. Yan etkisi yoktur. Hatta istediğiniz keyifli anları önceden programlamak mümkündür. Üstelik bu makine, insanın birkaç ömürde bile yaşayamayacağı kadar yoğun haz sunar.

Soru şudur: Bu makineye girmemek için bir nedenimiz var mı?

Nozick, böyle bir neden bulursak hazcılığın temel iddiasının çöktüğünü söyler. Hazcı faydacılığa göre tek iyi şey hazdır ve insan hazı en üst düzeye çıkarmaya çalışmalıdır. Oysa pek çok insan gerçek deneyimler yaşamayı, bir şeyleri gerçekten yapmayı, yalnızca onların hayalini kurmamaya tercih eder.

Bu yüzden makineye girmeyi reddeden herkes hazdan başka değerlerin de önemli olduğunu kabul etmiş olur. Nozick de çoğu insanın bu makineyi reddedeceğini düşünür. Bu deney, tek aradığımız şeyin haz olduğunu iddia eden görüşler için ciddi bir sorun yaratır.

Mary’nin Odası

Frank Jackson’ın 1982’de geliştirdiği bu felsefi düşünce deneyi, bilginin doğasına dair önemli sorular ortaya atar. Senaryo şu biçimdedir.

mary'nin odası

Mary’nin tüm yaşamı siyah beyaz bir odada geçer. Renk görmeyle ilgili fizik ve biyolojide keşfedilen her şeyi okur ama bunu yalnızca siyah beyaz kitaplar ve ekranlar üzerinden yapar. Bir gün ekranı bozulur ve kırmızı rengi gösterir. Mary hayatında ilk kez bir rengi görür. Soru basittir: Mary yeni bir şey öğrenir mi?

Eğer öğrenirse şu sonuç çıkar: Mary renk görmeyle ilgili tüm fiziksel bilgiyi biliyordu ama yine de yeni bir deneyim yaşadı. Bu durum, qualia denen öznel deneyim öğelerinin var olduğunu gösterir. Yani zihinsel durumlar yalnızca fiziksel bilgilerle açıklanamaz; deneyimin kendisine ait öznel bir yanı kalır.

Eğer öğrenmezse şu kabul edilir: Bir olayı tüm fiziksel yönleriyle bilmek, o olayı deneyimlemekle aynıdır. Bu ise bizi tuhaf sonuçlara götürür; örneğin yarasaların ekolokasyonu hakkında her şeyi bilmenin, ekolokasyonun nasıl bir his olduğunu bilmeye denk olduğunu söylemek zorunda kalırız.

Bu deney ilginçtir; çünkü Jackson daha sonra görüşünü değiştirir ve Mary’nin kırmızıyı görmesinin qualia’nın varlığına kanıt olmadığını savunur. Yine de ortaya koyduğu sorunlar düşünce tarihinde hâlâ canlı bir tartışma konusudur.

Buridan’ın Eşeği

Kökeni Antik Çağ’a kadar uzanan bu düşünce deneyi, filozof Jean Buridan’ın determinizm görüşlerini hicveder. Sahne basittir: Bir eşeği iki özdeş saman balyası arasına tam ortaya yerleştirdiğimizi düşün. Eşeğin özgür iradesi yoktur ve her zaman en rasyonel seçeneği tercih eder.

Fakat iki balya da aynı uzaklıkta durur ve aynı besini sunar. Birini seçmek diğerine göre daha mantıklı değildir. Soru şudur: Eşek nasıl karar verir? Hatta karar verebilir mi, yoksa kararsızlıktan açlıktan ölür mü?

Eğer seçim tamamen rasyonellik ve çevresel koşullarla belirleniyorsa eşek çıkmaza girer. Çünkü iki seçenek de birbirinin aynısıdır. Böyle bir durumda rasyonel bir seçim mümkün olmadığından eşek açlıktan ölebilir. Eğer eşek bir seçim yapıyorsa, sonucu belirleyen şey yalnızca dış koşullar olamaz. Bir tür rastlantı ya da özgür irade sürece karışmış olmalıdır.

Bu düşünce deneyi determinist teoriler için ciddi bir sorun yaratır. Çünkü eşeğin sonsuza dek kıpırdamadan duracağını söylemek tuhaf bir sonuç gibi görünür. Deterministler bu konuda ikiye bölünmüştür. Spinoza problemi önemsemezken, bazıları eşeğin gerçekten öleceğini kabul eder..

Kurtarabileceğin Hayat

Ünlü faydacı filozof Peter Singer, bu felsefi düşünce deneyini 2009 yılında ortaya attı. Okuyucusuna şu soruyu yöneltir:

Sokakta yürürken gölette boğulmak üzere olan bir çocukla karşılaştığını hayal et. Yüzme biliyorsun ve hemen müdahale edersen çocuğun hayatını kurtarabilirsin. Ancak suya girersen pahalı ayakkabıların mahvolacak. Buna rağmen çocuğu kurtarman gerekir mi?

Singer bu soruya açık bir şekilde “Evet” yanıtını verir. Ona göre bir çocuğun yaşamı, maddi eşyaların değerinden kat kat üstündür. Bu noktada şöyle bir takip sorusu yöneltir:

Eğer ihtiyaç içindeki bir çocuğu kurtarmak ahlaki bir sorumluluksa, bu sorumluluk sadece o çocuk yakındayken mi geçerli olur, yoksa dünyanın öbür ucunda olsa da aynı derecede bağlayıcı mıdır?

Singer, The Life You Can Save (Kurtarabileceğin Hayat) adlı eserinde bu iki durum arasında hiçbir ahlaki fark olmadığını savunur. Deneydeki “pahalı ayakkabı” detayı, bağış yapmanın kişisel maliyetiyle paralellik kurar.

Eğer ayakkabının fiyatı çocuğun yaşamı karşısında önemsizse, benzer şekilde, yapacağın bağışın maliyeti de önemsiz sayılır. Yakındaki bir çocuğu kurtarman gerektiğine inanıyorsan, uzaktaki bir çocuğa yardım etmeyi de aynı ölçüde gerekli görmelisin.

Tabii ki bu görüşe karşı çıkanlar da vardır. Birçok eleştiri, boğulan bir çocukla yoksulluktan ölen bir çocuğun durumları arasında önemli farklar bulunduğunu, bu nedenle farklı ahlaki yükümlülükler doğduğunu savunur. Bu eleştirilere göre, bu iki sorun farklı bağlamlarda geliştiği için aynı çözümlerle ele alınamaz.


Kaynaklar ve ileri okumalar

  • Davidson, Donald. 1987. “Knowing One’s Own Mind.” Proceedings and Addresses
    of the American Philosophical Association 60: 441–58
  • 7 thought experiments that will make you question everything. Kaynak site: Big Think. Yayınlanma tarihi: 12 Şubat 2023. Bağlantı: 7 thought experiments that will make you question everything

Matematiksel

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.