Felsefe

Yapay Zeka Felsefesi Nedir? René Descartes’tan Alan Turing’e Yapay Zekaya Bakış Açımız Nasıl Değişti?

Hiç şüphesiz son zamanların en çok konuşulan konularından birisi yapay zeka. Çünkü şu günlerde yapay zekanın artık iyice hayatımıza girdiği, hatta vazgeçilmez olma yolunda ilerlediği zamanları yaşıyoruz. Bu geçiş dönemi de en nihayetinde yapay zekayı hayatlarımıza nasıl entegre etmemiz gerektiğini bize sorgulatıyor. Aksi takdirde yapay zeka faydadan çok zarar verebilir. İşte bu noktada da karşımıza yapay zeka felsefesi adını verdiğimiz bir alan çıkıyor.

Bir sanatçının Midjourney’e çizdirdiği kitap okuyan robot görseli

“Yapay zekanın da felsefesi mi olurmuş canım” demeyin. Zira yapay zeka felsefesi derya deniz bir alan. Çünkü işin içinde zeka ve zihin dediğimiz kavramlar giriyor. Ve felsefeyle azıcık da olsa ilgilendiyseniz zihnin felsefede ne kadar çok tartışılan bir şey olduğunu biliyorsunuzdur.

Peki filozoflar veya yapay zekayla ilgilenen bilim insanları yapay zeka felsefesiyle ne yapmaya çalışıyorlar? Aslında az önce cevabı verdik. Yapay zeka felsefesiyle makinelerin düşünme yeteneklerini ve bir makinenin insan zekasını geçip geçemeyeceği gibi soruların cevaplarını arıyorlar. Fakat bu soruların kökeninde büyük başka bir soru yatıyor: Zihin ve düşünce nedir?

Bu nedenle biz de yapay zeka felsefesini temelinden anlamak adına biraz geçmişe gideceğiz. Çünkü zihin ve düşüncenin ne olduğunu anlamak için Descartes’tan bahsetmemiz gerekecek. Ama öncelikle yapay zekanın ne olduğuna bir bakacağız. Daha sonra Descartes ile zihin-beden ayrımına gidecek ve Turing ile makinelerin düşünme yeteneklerini sorgulayacağız.

Kısaca Yapay Zeka Nedir?

Çok basit bir tanımla yapay zeka, bilgisayarların veya onların kontrol ettiği robotların daha önce insana özgü olan becerileri yerine getirebilme yeteneğidir. Mesela bir bilgisayara karşı satranç oynadınız ve yenildiniz diyelim. Bunun sebebi bilgisayarın sizden daha iyi muhakeme yapmış olmasıdır. Kısacası yapay zeka akıl yürütme, genelleme ve veri analizi gibi insana özgü entelektüel süreçleri yerine getirebilir.

Bu nedenle günümüzde birçok insan yapay zekanın işlerimizi elimizden alacağını düşünmeye eğilimlidir.

Yapay zeka terimi ilk olarak 1956’da John McCarthy tarafından Dartmouth College’daki ilk yapay zeka konferansında ortaya atıldı. Günümüzdeyse bu terim veri almamıza, kalıpları belirlememize ve süreçleri hızlı bir şekilde optimize etmemize olanak sağlayan algoritma ve öğrenme araçlarını karşılıyor.

Bir yapay zeka programlaması 3 temel beceriye odaklanır: Öğrenme, akıl yürütme ve kendi kendini düzenleme. Bu becerileri nedeniyle de yapay zekayı birçok yerde görmek mümkündür. Metin üreten sohbet robotları, görüntü ve ses tanıma sistemleri, makine görüşü, doğal dil işleme, robotik ve sürücüsüz arabalar bu yerlerden bazılarıdır.

Yapay Zekanın Tarihsel Gelişimi

Her ne kadar yapay zekanın temel fikri çok eskilerden beri var olsa da hayata geçirilmemişti. Fakat 1950’lerde Dartmouth College’daki birkaç bilim insanı bu fikri hayata geçirmeye karar verdi. Bunun için de makine öğrenmesinde daha fazla esnekliğe izin veren yani bilgisayarların “deneyimlerinden” ve verilerden öğrenme yeteneğini sağlayan LISP programlama dilini geliştirdiler.

Dartmouth Yaz Araştırma Programı’nda yapay zeka projesi üzerine çalışan Marvin Minsky, Claude Shannon, Ray Solomonoff ve diğer bilim insanlarının bir fotoğrafı.

LISP, gerçek zekaya benzeyen sistemler geliştirme yolunda atılan ilk kritik adımdı. Projedeki bilim insanları doğru ya da yanlış cevap almalarına göre geri bildirim vererek makinenin öğrenmesini sağlıyorlardı. Bundan sonraki 10 yılda ise oldukça ilerleme kaydedildi. 1961 yılına geldiğimizde Joseph Weizenbaum, ilk chatbot olan Eliza’yı yazdı. Ardından gelen sonraki programlar da modern teknolojinin temellerini attı.

Bu teknolojiler genelde çok iyi seviyede dama oynayabilen makineler gibi programlardı. Buna ek olarak ise bilim insanları, fiziksel bir ortamda insan davranışı taklit eden görme, doğal dil işleme ve robotik sistemlere dayalı sistemleri oluşturdular.

1966 yılında Joseph Weizenbaum, Eliza adını verdiği chatbot’u tamamlamıştı. Eliza, sanki karşısındakini anlarmış gibi cevap veren ilginç bir chatbottu.

1970’lere geldiğimizde ise daha önemli gelişmeler yaşanmaya başladı. Tıbbi teşhis veya hukuki uyuşmazlık gibi karar vermesi zor alanlarda karar vermeye yardımcı sistemler ortaya çıktı. Bu gelişmeye ek olarak da nöral ağlar adını verdiğimiz bir kavram ortaya çıktı. Nöral ağlar beynin bir bölümünü simüle ederek sürücüsüz arabalar ve insansız hava araçları gibi teknolojilerin kapısını açtı.

1980 ve 90’lar sonrası ise yapay zekanın hayatımıza iyice entegre olduğu zamanlar oldu. Müşterilerle telefon veya çevrimiçi sohbetler aracılığıyla iletişim kuran sanal temsilcilerden tutun da Siri’ye kadar birçok gelişme bu dönemde meydana geldi. Günümüzde de sohbet uygulamalarından tutun hisse senedi alım satımına kadar birçok yerde yapay zekayı kullanıyoruz. E madem yapay zeka hayatımıza bu kadar girdi, artık felsefesini yapmanın vakti gelmiş demektir.

René Descartes’ın Yapay Zekanın Varlığına İlişkin Felsefi Görüşleri

Descartes’ı birçoğumuz cogito ergo sum yani “düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle tanıyoruz. Fakat çok azımız onun bu sözünün bir bakımdan yapay zeka felsefesiyle ilgili olduğunu biliyordur. Peki bu Descartes’ın bu sözüyle yapay zekanın ne ilgisi var dersiniz? İpucu zeka kelimesinde.

Descartes, hiç şüphesiz modern çağın en etkili filozoflarından biridir. Hatta bazı felsefeciler Descartes’ı “felsefede bir kriz başlatan adam” olarak da tanımlarlar. Çünkü Descartes, o meşhur “düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle felsefenin hala tartışılan problemlerinden biri olan zihin-beden ikiliği problemini ateşlemişti. Descartes’a göre zihin ile beden birbirinden iki ayrı tözdü. Beden fiziksel olduğu için objektif olarak incelenebilirdi ancak zihin, sadece iç gözlem yoluyla incelenebilirdi. İşte cogito ergo sum sözünün altında yatan mantık da budur.

René Descartes’ın 1641 yılında yazdığı İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar isimli kitabı. Kitap, Descartes’ın önce mutlak olarak kesin olmayan şeylere olan tüm inancını bir kenara attığı ve ardından kesin olarak bilinebilecek olanı kurmaya çalıştığı altı meditasyondan oluşuyor.

Descartes, ünlü eseri İlk Felsefe Üzerine Düşünceler‘de sanki insanlar gibi bir zihne ve bilince sahipmiş gibi davrana makinelerin var olma olasılığını tartışmıştır. Ayrıca ona göre düşünme eylemi bir bireyin varlığı için zorunlu olduğundan, bir varlık fiziksel bir bedene sahip olmasa bile düşünebilirdi. Bu da onu tıpkı bir insan gibi çalışabilecek bir düşünme makinesi yaratma olasılığına inandırdı.

Başka bir deyişle Descartes, dil işlemeyi bilinç için temel unsur olarak görüyordu. İnsanlar gibi dil aracılığıyla kavram ve düşünceleri işleyen bir makinenin bir tür içsel kapasiteye sahip olması gerektiğini düşünüyordu.

Peki Makineler Sahiden Düşünebilir mi?

Aslında bu soru ünlü İngiliz matematikçi ve bilgisayar bilimci Alan Turing’in de aklını kurcalıyordu. Fakat Turing, bu soruyu cevaplamanın neredeyse imkansız olduğu görüşündeydi. O nedenle de bu soruyu şu şekilde güncelledi. Makineler, bizim gibi düşünen varlıkların yaptıklarını yapabilir mi? Turing bu soruyu cevaplamak için ise hepimizin bildiği meşhur Turing testini geliştirdi.

Turing testinde, bir odada sorgulayıcı, diğer iki odada ise bir makine ve başka bir insan oturur. Sorgulayıcı, hem makineye hem de insana metin biçiminde mesajlar gönderir. Karşılığında da hem makine hem de insan yanıt gönderir. Eğer sorgulayıcı, gerçek insanla makineyi birbirinden ayırt edemezse makine testi geçmiş olur. Yapay zekanın Turing testini geçmesi önemli bir gelişmedir. Çünkü bu, yapay zekanın bir insan gibi etkileşime girme yeteneği olduğunu gösterir.

Eğer makine, Turing testini geçebiliyorsa düşünüyor kabul edilir. Üstelik makine yalnızca insan zihninin bir benzeri olarak değil, gerçekten bir zihin olarak sayılır. Çünkü yapay zekanın davranışını insan davranışından ayırmanın hiçbir yolu olmayacaktır. Ve minik bir hatırlatma: Günümüzdeki yapay zekalar Turing testini geçebilmektedir.

Fakat Turing testinin kesinlikle makinenin çalıştığı kelime ve ifadelerin özünü “anlaması” gerektiği anlamına gelmediğine dikkat edelim. Teste göre, makinenin gerçekten zeki sayılması için yalnızca anlamlı yanıtları başarılı bir şekilde taklit etmesi yeterlidir. Yani burada bildiğimiz anlamıyla gerçek bir düşünme söz konusu değildir.

Turing Testine Bir Eleştiri: Searle’ın Çin Odası Deneyi

Az önce de gördüğümüz gibi Alan Turing’e göre bir makinenin düşündüğünü söylemek için makinenin insan davranışlarını çok iyi taklit etmesi yeterlidir. Bu durum, çeşitli bilim insanları ve filozoflar tarafından eleştirilmiştir. Bu isimlerden biri de Amerikalı filozof John Rogers Searle’dır. Searle, Turing testini eleştirmek üzere 1980 yılında Çin Odası adını verdiği bir düşünce deneyi tasarlamıştır.

Searle’ın Çin Odası deneyi için tek kelime Çince bilmeyen bir Türk’ü bir odaya kapattığımızı düşünelim. Bu esnada da eline bir dizi Çince karaktere başka bir karakter dizisiyle nasıl yanıt vereceğini söyleyen, Türkçe bir kılavuz kurallar kitabı olsun. Odanın dışından birileri, kapının altından üzerinde Çince karakterler ile yazılı sorular olan kağıtlar atsın. İçerideki adam da “Şu harfler gelirse şu harfleri yaz” türünden talimatlara bakarak bu sorulara cevap versin. Sonrasında da bu cevapları kapının ardından geri yollasın.

Ancak bu görev bu adam için anlamsızdır. Gelgelelim farkına varmaksızın tek kelime Çince bilmeden Çince konuşan birini taklit etmiş olacaktır. Bu durumda dışardaki kişilerin içerde bir Çinlinin olduğunu düşüneceklerdir. İşte bu yüzden Searle, Turing testinin kesinlikle bilincin varlığına ilişkin bir kriter olmadığını öne sürer.

Özetleyecek olursak Searle’ın yapay zeka konusundaki tutumu şu şekildedir. Zihin, anlamsal içerik (semantik) veya anlamla çalışır. Oysa bir bilgisayar programını belirleyen şey sözdizimsel yapısıdır. Dolayısıyla Turing testini geçmek bir aklın veya zekanın varlığı anlamına gelmez.

Günümüzde Yapay Zeka Felsefesi Hakkında Neler Konuşuluyor?

Descartes ve Turing’den bu yana yapay zekaya ve felsefesine olan bakış açımız büyük ölçüde değişti. Bugün pek çok filozof makinelerin insan bilişi ve karar verme sürecini simüle edebileceğini kabul ediyor. Ancak makinelerin gerçekten bilinçli olduğuna veya insanlarla benzer bir zihne sahip olduğu fikrine sıcak bakmıyorlar.

Yanı sıra günümüzde yapay zeka felsefesi bilişsel bilimlerle de yakın ilişki içerisine girmeye başladı. Çünkü bilişsel bilimciler zihni, hesaplamalı bir sistem olarak görüyor. Bu nedenle algoritmaların ve programların insan zihninin işleyişini nasıl taklit edebileceğini anlamaya çalışıyorlar. Fakat felsefenin önemli alanlarından biri olan zihin felsefesiyle ilgilenen bazı filozoflar da zihnin hiçbir şekilde mekanize edilemeyeceğini savunuyor. Anlayacağınız işin bu kısmı hala çözülememiş oldukça ilginç bir alan.

Günümüzde yapay zeka uzmanları doktorların daha isabetli hastalık teşhisi yapabilmesi adına çeşitli programlar tasarlıyor.

Felsefede yapay zekaya yönelik bir başka yaklaşımsa etiktir. Filozoflar, makinelerin eylemlerinden sorumlu olup olmaması gerektiği gibi sorulara kafa yorarlar. Bunu yapmak oldukça faydalı olacak gibi. Çünkü yavaş yavaş birçok meslek (doktorlar, hakimler gibi) karar aşamalarında yapay zekadan faydalanmaya başladı bile. Yapay zekanın verdiği kararlar olumsuz sonuçlara yol açtığında sorumluluğun kimde olacağı oldukça karmaşık bir konudur.


Kaynaklar ve İleri Okumalar

Matematiksel

Melike Üzücek

Ankara Fen Lisesi'nden mezun oldum. Erdemli insanların yetişmesinde en önemli unsurun eğitim olduğunu düşündüğüm için lisans eğitimime matematik eğitimi üzerinden devam ediyorum. Kitap okumayı yazarların zihinlerine, düşünce dünyalarına girmek olarak gördüğümden kitap okumak benim için boş zaman aktivitesinden çok daha farklı bir konumdadır. Araştırma yapmayı ve sorgulamayı seven biriyim. Matematik ve biyoloji başta olmak üzere felsefe, astronomi, modern fizik ile ilgileniyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu