Eğer “simya” deyince gözünüzde büyücülerin yarasa kanatları ve kanla karışımlar yaptığı bir dönem canlanıyorsa, tarihçiler bu algıyı yeniden değerlendirmenizi önerir. Çünkü günümüz bilimi, simyaya çok şey borçludur.
Simya, özünde, meraklı zihinlerin doğanın işleyişini keşfetme, bu işleyişi anlama ve çeşitli amaçlarla kullanma çabasıydı. Ancak simyacıların çoğu, çalışmalarını semboller ve gizlilik içinde tutmayı tercih etti. Bunun temel nedeni, Orta Çağ boyunca bu çalışmaların din karşıtı olarak damgalanmasının çok kolay olmasıydı. Bu durum, simyanın çoğu zaman yanlış yorumlanmasına neden oldu.
Orta Çağ simyacıları arasında, mistisizmle ilgilenenler kadar, saygıdeğer bilim insanları da bulunuyordu. Bu isimler arasında en önde gelenlerden biri, modern bilimin temel taşlarından biri olarak kabul edilen Isaac Newton’du. Newton, 1680’lerde kaleme aldığı Index Chemicus adlı sözlüğünde, tüm simya terimlerini bir araya toplamıştır.
Büyük bir bilim insanı olarak tanıdığımız Newton’un, böyle bir alana ilgi duymasını tuhaf bulabilirsiniz. Ancak, o dönemde bilim ile sihir arasında kesin bir ayrım yoktu. Simya, Newton ve onun gibi birçok bilim insanı için doğanın sırlarını çözmenin ve maddenin temel yapısını anlamanın bir yoluydu.
Bununla birlikte, Newton’un öldüğü 1727 yılına gelindiğinde, simya yavaş yavaş sözde bilimler arasında yerini almaya başlamıştı. Modern kimyanın yükselişiyle birlikte, simya bir bilim dalı olmaktan çıkarak mistik ve tarihi bir uğraş olarak anılmaya başladı.
Simyanın Kökenleri Nelerdir?
Simya, insanlık tarihinin en eski bilimsel ve felsefi arayışlarından biri olarak kabul edilir. Kökenleri, antik dönemlere kadar uzanır ve farklı kültürlerde farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Simyanın ilk izleri, Antik Mısır, Mezopotamya, Hint, ve Çin medeniyetlerinde bulunabilir. Ancak, simyanın temellerini atan en büyük etkiler, Mısır’dan Yunan dünyasına ve oradan İslam medeniyetine geçiş sürecinde şekillenmiştir.
Simyanın bilinen ilk uygulamaları, Antik Mısır döneminde başlamıştır. Mısırlılar, metallerin işlenmesi ve altın gibi değerli madenlerin saflığının artırılması üzerine çalışmışlardır. Mısır’ın bilimsel bilgi birikimi, İskenderiye aracılığıyla Antik Yunan dünyasına geçti.. Aristoteles’in öğretileri, özellikle dört element teorisi (hava, su, toprak ve ateş), simyanın felsefi temelini oluşturdu. Bu dönemde simya, hem pratik bir sanat hem de bir doğa felsefesi haline geldi.
Simya, 8. ve 12. yüzyıllar arasında İslam dünyasında zirveye ulaştı. Câbir bin Hayyan gibi bilim insanları, simyanın teorik ve deneysel yönlerini geliştirdi. Simya, İslam medeniyetinden Orta Çağ Avrupa’sına tercüme edilen eserler aracılığıyla geçti.
Albertus Magnus ve Roger Bacon gibi bilim insanları, simyayı felsefi ve deneysel bir çalışma olarak ilerlettiler. Ancak, Avrupa’da simya, zamanla mistik ve batıl bir uygulama olarak görülmeye başlandı. Bununla birlikte, simya çalışmaları, modern kimyanın doğuşuna zemin hazırlayan önemli katkılar sağladı.
Simyager Neyi Amaçlar?
Simya ile uğraşan insanların temel amacı, adi metalleri altın veya gümüşe dönüştüren, tüm hastalıkları tedavi ettiğine inanılan ve sonsuz yaşam vaat eden felsefe taşını bulmaktı.
Felsefe taşının kökenleri, hem Antik Yunan felsefesine hem de Doğu kültürlerine dayanır. Aristoteles’in dört element teorisi (toprak, hava, su ve ateş), felsefe taşı arayışını büyük ölçüde şekillendirmiştir. Bu teoriye göre, tüm maddeler bu dört temel elementin belirli oranlarda birleşimiyle oluşur. Simyacılar, felsefe taşının bu dönüşümü hızlandırabileceğine inanmışlardır.
Altın, simyacılar için mükemmel bir metaldi; çünkü paslanmaz, bozulmaz ve parlaklığı kalıcı idi. Felsefe taşı, adi metalleri (kurşun, bakır gibi) altına veya gümüşe dönüştürmek için kullanılacak bir katalizör olarak görülüyordu
Felsefe taşı, hiçbir zaman fiziksel olarak keşfedilmedi ve modern bilim, böyle bir maddenin var olmadığını gösterdi. Ancak, felsefe taşı arayışı sırasında yapılan deneyler ve çalışmalar, modern kimyanın temelini oluşturmuştur. Simyacılar, bu maddenin peşinde, birçok maddeyi keşfetmiş, laboratuvar tekniklerini geliştirmiş ve bilimsel yöntemin temellerini atmışlardır.
Simyadan Kimyaya Geçiş Aşaması
Lavoisier, 18. yüzyılda simyanın hâlâ etkili olduğu bir dönemde, maddenin dönüşümüne dair bilimsel bir yaklaşım geliştirdi. Simyacılar, maddelerin birbiriyle “doğaüstü” yollarla dönüştürülebileceğine inanıyordu; oysa Lavoisier, bu dönüşümlerin niceliksel analizle açıklanacağını savundu.
Simyanın temel kavramlarından biri olan phlogiston (ateş elementi) teorisini çürütmek, onun kimya alanındaki en büyük başarılarından biridir. Phlogiston teorisine göre, yanma ve oksidasyon gibi olaylar, maddelerin içindeki “ateş benzeri bir elementin” salınması sonucunda gerçekleşir. Lavoisier, bu teoriye karşı çıkarak, yanma olayının aslında oksijen ile bir kimyasal reaksiyon olduğunu kanıtladı.
Lavoisier, bir kimyasal reaksiyonda toplam kütlenin değişmediğini, maddenin yok edilemeyeceğini veya yaratılmayacağını gösterdi. Bu nedenle kendisi, “modern kimyanın babası” olarak da anımsanmaktadır.
Simyanın Modern Bilim Üzerindeki Etkisi
Simyacılar, yalnızca felsefe taşı arayışıyla değil, aynı zamanda boyalar, parfümler gibi kimyasal işlemlerle de uğraşmışlardır. Bu süreçte, çeşitli maddelerin özelliklerini değiştirecek yöntemler geliştirmiş ve modern kimyanın temellerini atmışlardır. Örneğin, 1669 yılında Hennig Brand, insan idrarında felsefe taşını ararken farkında olmadan fosforu keşfetmiştir.
Simyacıların merakı, onları basit ve sıradan görünen soruları keşfetmeye yönlendirdi. Bugün bu soruların kimya bilimi ile ilgili olduğunu biliyoruz. Ancak, kimyanın kökenlerine inildiğinde, bu bilimin sıkıcı olmaktan uzak, büyüleyici bir geçmişe sahip olduğu görülmektedir,
Kaynaklar ve ileri okumalar için:
- How Alchemy Paved the Way for Chemistry; https://science.howstuffworks.com/
- From Alchemy to Chemistry; Bağlantı: https://www.encyclopedia.com/
Matematiksel