Diyalektik, kökeni antikçağ tartışma yöntemine dayanan bir düşünme biçimiydi. Peki bu yöntem, 19. yüzyılda nasıl olup da felsefenin merkezi temalarından biri haline geldi?

Tarih boyunca, özellikle de Sokrates öncesi dönemden itibaren, diyalektik (ya da diyalektikler) filozoflar arasında pek çok fikrin kıvılcımını çakmıştır. Kavramın kendisi zamanla farklı şekillerde yorumlanmıştır. Kimi zaman sofistik ve hitabetle, kimi zaman Sokratik sorgulama yöntemiyle ilişkilendirilmiştir.
Platon için duyulur olandan düşünsel olana yönelen bir yolculuğu, Aristoteles için farklı görüşlerin incelenmesini ifade etmiştir. Kant, diyalektiği saf aklın aşkınsal yanılgılarını araştırmak için kullanmıştır. Marx ise, onu kapitalizmden sosyalizme uzanan sosyoekonomik aşamaların bir açıklaması olarak yorumlamıştır.
Filozoflar, diyalektiğin gerçekliğin yapısına mı ait olduğu yoksa yalnızca insan zihninde işleyen bir düşünme süreci mi olduğu konusunda uzun süredir fikir ayrılığı içindedir. Ancak bu farklı yaklaşımlara rağmen, diyalektik kavramı genellikle ileri ve geri yönlü bir hareketle tanımlanan bir değişim ya da gelişim sürecini ifade eder. Peki diyalektik düşünce ne zaman ortaya çıktı ve nasıl evrildi?
Diyalektik düşüncenin kökenini izlemek için antik Yunan felsefesine yönelmemiz gerekir. Bu bağlamda öne çıkan önemli isimlerden biri, filozof Herakleitos’tur. Friedrich Engels ve Karl Marx’ın 19. yüzyılda diyalektik düşüncenin öncüsü olarak kabul ettiği Herakleitos, evrendeki zıt güçlerin önemine ve bunların gelişimdeki rolüne vurgu yapmıştır. Onu bu anlamda öne çıkaran fikir, “zıtların birliği” düşüncesidir.
Herakleitos’un Karşıtların Birliği Görüşü
Sokrates öncesi filozoflardan biri olan Herakleitos, antik Yunan düşünürlerinin “arkhe” kavramı üzerine düşündüğü dönemde yaşamıştır. Antik Yunanca “arkhe” terimi, öncelikle “başlangıç” ya da “köken” anlamına gelir ve tüm varlıkların türediği temel ilkeye işaret eder. Bu dönemin filozofları özellikle kozmoloji ve ontoloji alanlarında yoğunlaşmış; evrendeki her şeyin dayandığı ana madde ya da ilkeyi belirlemeye çalışmışlardır.

Tarih boyunca ilk filozof olarak kabul edilen Thales, evrenin arkhesinin su olduğunu öne sürmüştür. Aynı dönemde yaşamış Milet okulundan Anaksimandros ise bu temel ilkeyi “hava” olarak tanımlamıştır. Pisagor ise evrenin özünde sayılardan oluştuğunu savunmuştur. Buna karşılık, İyonya filozofu Herakleitos’a göre evrenin arkhesi “ateş”tir.
Peki ama neden ateş? Çünkü Herakleitos’un felsefesi değişim üzerine kuruluydu. Ve ona göre ateş, değişimin somutlaşmış haliydi. Ateş, öz tüketim yoluyla hareketi sembolize ediyordu. Bu yüzden her şey ateşten çıktıktan sonra sürekli akış halindeydi.
Herakleitos aynı zamanda her şeyin akış halinde olduğunu savunuyordu. Bu görüşünü meşhur “Değişmeyen tek şey değişimdir.” ve “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız.” cümleleriyle ifade etmişti. Herakleitos’a göre doğa, sürekli değişim halindeydi ve bu döngü sonsuzdu. Ateş, suya ve toprağa dönüşüyor ve bunun tersi de gerçekleşiyordu.

Felsefesinin temelinde, zıtların birliği anlayışı yer alır. Herakleitos’a göre her zıtlık, içinde kendi karşıtını barındırır ve bu unsurlar sürekli bir dönüşüm içinde birbirine dönüşerek evrenin dengesini sağlar. Bu dinamik karşıtlık ilişkisi evrensel birliği mümkün kılar. Herakleitos, bu fikrini yaşam ve ölüm, uyanıklık ve uyku, yaşlanma, ısınma ve soğuma gibi örneklerle açıklar.
Herakleitos’un ardından, diyalektiğin gerçekliğin temel işleyişiyle ilgili bir ilkeye dönüştüğünü savunan bir başka filozofun ortaya çıkması yaklaşık iki bin yıl alacaktır.
Platon’un Diyalogları ve Sokratik Yöntem
Antik Yunan felsefesinde diyalektik, genellikle tartışmaya dayalı bir akıl yürütme biçimi olarak anlaşılır. Elealı Zeno ve Sofistler bazı diyalektik akıl yürütme biçimlerini kullansalar da, bu kavramın klasik anlamı büyük ölçüde Platon’un kaleme aldığı Sokratik diyaloglara dayanır.
Sokratik diyaloglar, kavramların anlamını açığa çıkarmaya ve ifadelerin doğruluğunu sorgulamaya dayalı bir araştırma yöntemi olarak diyalektiğin gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu diyaloglarda başrolde yer alan Sokrates, genellikle ahlaki kavramlar konusundaki bilgileri sorgulayarak karşısındaki kişileri düşünmeye zorlar. Bilgisinin sınırlı olduğunu ileri sürerek ironik bir yaklaşım benimser ve muhatabının düşüncelerindeki tutarsızlıkları ortaya çıkarır.

Sokratik yöntemden esinlenen Platon, diyalektiğe kendince daha kesin bir tanım getirmiştir. Devlet adlı eserinin yedinci kitabında, “diyalektik, sadece akılla ve duyulara başvurmadan bir şeyin gerçek doğasını araştırır” der.
Bu nedenle, Platon’un diyalektiği; adalet, hakikat, güzellik gibi felsefi kavramları araştırmak için rasyonel bir yaklaşım olarak görülebilir. Platoncu anlamda diyalektik, her bir “idea”nın özünü kavramayı hedefleyen bir yöntemdir ve görünen dünyanın ötesindeki gerçekliğe ulaşmak için bir araç işlevi görür.
Aristoteles’in Diyalektiği ve Orta Çağ Felsefesine Etkisi
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, diyalektik üzerine bilinen en kapsamlı ve olgun ilk çalışmayı ortaya koymuştur. Mantık üzerine 6 kitaplık bir çalışma olan Organon adlı eserinde, diyalektiği, genel kabul görmüş görüşlerden yola çıkarak argüman üretme ve keşfetme süreci olarak tanımlar.

Aristoteles, araştırmaya yönelik diyalektiği ve retorik diyalektiği birbirinden ayırır. Ona göre diyalektiğin görevi, tümdengelim ve çıkarım yoluyla ilk ilkeleri belirlemektir. Platon, diyalektiği kavramları açıklığa kavuşturmanın bir aracı olarak görürken, Aristoteles bu süreci daha kapsamlı bir bilimsel ve rasyonel sorgulama sistemine dâhil eder.
12. yüzyılda Aristoteles düşüncesinin yeniden canlanmasıyla birlikte diyalektiğin felsefedeki itibarı daha da pekişmiştir. Örneğin, Orta Çağ’ın önemli düşünürlerinden Aziz Thomas Aquinas, Summa Theologica adlı eserinde diyalektik çerçeveyi benimsemiştir. Tartışmalı sorular ortaya koymuş, her soruya verilen çeşitli makul yanıtların artılarını ve eksilerini detaylı biçimde incelemiştir. Farklı görüşleri avantaj ve dezavantajlarıyla değerlendirme yöntemi, Rönesans’a kadar yaygın bir yaklaşım haline gelmiştir.
Alman İdealizmi: Kant ve Hegel’in Diyalektiği Yeniden Kuruşu
üzyılda René Descartes, kesin bilgi arayışı doğrultusunda yalnızca olasılıklara dayanan görüşleri reddetmişti. Bu yaklaşım, diyalektik akıl yürütmenin eleştirel bir incelemeye tabi tutulmasının zeminini hazırladı. Ancak diyalektiğe kapsamlı bir felsefi çerçeve kazandıran isim, Alman İdealizminin kurucu figürlerinden biri olan Immanuel Kant oldu.
O zamanlar diyalektik, ebedi gerçeğe ulaşmada mantık ilkelerine dayalı olarak kabul edilen bir araçtı. Fakat Kant’a göre insan, şeylerin temel doğası hakkında kesin bir teorik bilgiye ulaşamazdı. Özellikle duyularla kavranamayan özgürlük, adalet, Tanrı gibi kavramlar, sıklıkla diyalektik yolla sorgulansa da, bu alanlar insan bilgisine kapalıdır.

Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde Kant, metafiziğin sınırlarını ve kapsamını belirlemeye çalışır. Çalışmasının ana teması, nesneleri hiçbir zaman gerçek doğasında gözlemden kopuk olarak kavrayamayacağımızdır. Kant’a göre nesnelerin sadece görünüşlerini kavrayabiliriz.
Kant’tan sonra, Alman İdealizminin bir diğer büyük ismi Georg Wilhelm Friedrich Hegel, diyalektiğe tamamen yeni bir anlam kazandırdı. Artık diyalektik yalnızca tartışmaya yönelik bir yöntem değil, bizzat gerçekliğin işleyiş biçimi haline geldi. Hegel’in diyalektiği, değişimi içsel çelişkiler yoluyla açıklayan bir süreçtir. Yani, iki ayrı varlık arasındaki çatışmadan doğmak yerine, her şeyin kendi içinde taşıdığı çelişkilerden dolayı zorunlu olarak geliştiği bir ilerleyiştir.

Hegel, iki farklı diyalektik yaklaşımı geliştirir. İlki, Mantık Bilimi eserinde ortaya koyduğu daha dar anlamda ve biçimsel diyalektiktir. Bu yaklaşımda, Kant’ın fikirlerine teorik bir temel kazandırmaya çalışır. Hegel ayrıca, tarihsel ilerlemeye dair ontolojik bir diyalektik de geliştirir.
Hegel’e göre, diyalektik yalnızca gerçekliği anlamamıza yarayan bir araç değildir. Gerçekliğin kendi içinde var olan bir yapıdır. Herakleitos’tan bu yana ilk kez, diyalektiğin kendisi, evrenin yapısal işleyişinin ayrılmaz bir parçası olarak düşünülür.
Karl Marx’ın Tarihsel Materyalizmi ve Tarihin Diyalektiği
Karl Marx, Hegel’in öğrencisi olsa da, diyalektiği maddi gerçekliğe dayalı bir analiz aracı olarak benimsemiştir. Hegel’in diyalektiğini bütünüyle reddetmeyen Marx, bu yöntemin maddi dünyaya uygulanması gerektiğini savunur. Bu nedenle, Hegel’in diyalektiğinin “baş aşağı durduğunu” ve “doğru şekilde ayağa kaldırılması” gerektiğini söylemiştir.
Marx’a göre tarihsel süreçler, fikirlerden çok maddi koşullar tarafından şekillenir. Bu anlayış, onun tarihsel maddecilik (tarihsel materyalizm) dediği yaklaşımda somutlaşır. Marx, insanların belirli ekonomik ilişkiler içinde konumlandığını ve bu ilişkilerin toplumsal bilinç üzerinde belirleyici olduğunu ifade eder. Toplumun kolektif düşünce yapısı, üretim biçimi ve üretim ilişkileri tarafından biçimlendirilir. Zamanla bu ekonomik yapı, içsel çelişkiler sonucu dönüşüme uğrar. Bu çelişkiler özellikle toplumsal sınıflar arasında ortaya çıkar.

Marx ve Engels, 1848 tarihli Komünist Manifesto’da bu süreci şu cümleyle özetler. “Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” Bu ifade, Marx’ın diyalektik materyalizmini yalın bir biçimde ortaya koyar. Marx’a göre tarih, ezilen ve ezen sınıflar arasındaki mücadeleler tarafından şekillenir. Bu sınıfsal çatışma, her dönemde farklı biçimlerde ortaya çıkar.
Marx, bu anlayışla ilkel toplumlardan köleci devletlere, ardından feodalizme ve sonunda kapitalist devletlere geçişi açıklamaya çalışmıştır. Onun diyalektiği, felsefi açıdan en somut ve toplumsal etkisi en güçlü yorumlardan biri olmakla birlikte, en çok eleştirilmiş olanıdır. Bunun başlıca nedeni, Marx’ın düşüncelerinin modern dünyada büyük bir politik ve tarihsel etki yaratmış olmasıdır.
Kaynaklar ve İleri Okumalar
- What is Dialectic? From Heraclitus to Marx ; Bağlantı: What is Dialectic? From Heraclitus to Marx (thecollector.com) ; Yayınlanma tarihi: 21 Ekim 2023
- Dialectic ; Bağlantı: Dialectic – New World Encyclopedia
Matematiksel