Biyoloji ve Coğrafya

Yaşam Nedir? Schrödinger’in Çığır Açan Fikrinden Bugüne Yaşamın Yaşam Öyküsü

Küçükken siz de ağaçların, çiçeklerin kısacası bitkilerin canlı olmadığını düşünenlerden miydiniz? Ne yalan söyleyeyim, ben bitkilerin yaşayan bir şey olduğunu bilmiyordum. Bunu sonradan öğrendim. Aslında bilmememiz çok da absürt sayılmaz. Çünkü canlı olarak tanımladığımız şeyler genelde hayvanlar ve hayvanlar da tıpkı bizim gibi hareket ediyor, yemek yiyor, ses çıkarıyor. Bitkiler hayvanlara göre gerçekten de daha cansız görünüyor dışarıdan.

O halde size canlılık ya da yaşam nedir diye sorsam ne cevap verirsiniz? Harika cevaplar vereceğinize neredeyse eminim çünkü biyolojinin yaşam için getirdiği gayet sistematik bir tanım var. Ama eskiden, tıpkı küçükken bitkileri cansız sanmamız gibi, canlılığın ve yaşamın ne olduğuna dair tam bir açıklama yoktu.

İşin ilginç yanı, yaşam kavramını etraflıca tanımlamaya ise bir biyologla değil, bir fizikçiyle başladık. Gelin bu yazımızda yaşamın yaşam öyküsünü öğrenelim.

Erwin Schrödinger’in Biyolojiye Yön Veren Dahiyane Fikri

Bundan 80 sene önce ünlü fizikçi Erwin Schrödinger, Trinity College’da halka açık bir konferans verdi. Konferansın konusu bir fizikçi için yeterince ilginç bir konuydu: Yaşam Nedir?. Schrödinger’in bu konferansı ilerleyen yıllarda aynı isimle kitap olarak yayımlandı.

Bu konferansında Schrödinger’in temel amaçlarından biri, canlıların termodinamiğin ikinci yasasına nasıl karşı koyduğunu açıklamaktı. Ancak Schrödinger’in Yaşam Nedir? adlı kitabı, fizikle biyolojiyi birleştirmekten çok daha önemli şeyler içeriyordu. Erwin Schrödinger, yaşamın ne olduğuna dair oturup etraflıca düşünmemizi sağlamıştı.

Kuantum fiziğindeki meşhur Schrödinger’in kedisi adlı düşünce deneyiyle tanıdığımız ünlü fizikçi Erwin Schrödinger. Kendisi kuantum fiziğinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Atom teorisinin yeni, üretken işlevlerinin keşfedilmesine yaptığı katkılar için 1933’te Paul Dirac ile birlikte Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü.

1940’larda DNA’nın değil, proteinlerin genetik materyal olduğunu düşüncesi hakimdi. Fakat bunun tam tersine Schrödinger, genetik materyalin tekrarlayan yapıda olmaması gerektiğini savunuyordu. Böyle düşünmesinin nedeni, genetik materyalin bireyin gelişiminin ve olgun durumdaki faaliyetrinin kalıbı olacak bir kod yazısı içermesi gerektiğini düşünmesiydi.

Buradan bakınca Schrödinger, harika bir biyolojik keşif yapmış gibi görünüyor. Çünkü ne de olsa bugün genetik materyalin DNA olduğunu ve kodlardan oluştuğunu biliyoruz. Ancak Erwin Schrödinger, kod derken bugün bildiğimiz genetik kodları kast etmiyordu. Yine de sunduğu genetik materyalin tekrarlayan yapıda olmaması fikri, DNA’nın yıldızının parlamasına yol açacaktı.

Yaşamın Ne Olduğunu Anlama Yolunda DNA Devrimi

Başlangıçta DNA’nın da proteinler gibi tekrarlayan dizilere sahip sıkıcı bir molekül olduğu düşüncesi hakimdi. Ancak Amerikalı biyokimyacı Erwin Chargaff‘ın DNA’daki adenin, timin, sitozin ve guanin organik bazlarının türden türde farklı oranlarda bulunduğunu göstermesi DNA’yı ilgi çekici bir konuma getirmişti.

1947 yılında Chargaff, organik bazlardan birinin bile değişmesinin organizmada büyük değişikliklere yol açabileceğini öne sürdü. Bu fikrin sonunda ise karşımıza Rosalind Franklin’in X-ışını fotoğraflarından yola çıkarak DNA’nın helix yapısını gösteren Watson ve Crick ikilisi çıkacaktı.

DNA’nın helix yani çift sarmal yapıda olduğunu gösterirken James Dewey Watson (solda) ve Francis Crick (sağda)

DNA’nın genetik materyal olma fikri güçlenirken ortada bir sorun vardı. Yaşamın mevcudiyetini sağlayan şey DNA ise, bilgi DNA’nın neresindeydi?

DNA’daki Bilgi Sorunu Çözüyoruz

Bir genin bilgi içerdiğini iddia eden ilk kişi sibernetik kavramını ortaya atan bir diğer isim olan John von Neumann’dı. Sibernetik, canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalıdır. Sibernetiğin konu aldığı sistemler mekanik, fiziksel, biyolojik, düşünsel ve sosyal olabilmektedir.

1948’de von Neumann, gen terimini “bir organizmayı programlayabilen bir bant” olarak tanımlamıştı. İki sene sonra genetikçi Hans Kalmus, kalıtım sorununa sibernetik düşünceyi uyguladı ve bir genin bir mesaj olduğunu öne sürdü.

Devam eden yıllarda sibernetik fikri gittikçe popülerleşti. Ve ardından da DNA’daki organik bazların diziliş sırasının organizmanın bilgisini taşıyan kodlar olduğunu öğrendik. Kısaca, yaşamın aslında bilgi olduğunu görmeye başlıyorduk.

Yine de Yaşamın Ne Olduğunu Hala Bilmiyoruz!

Evet, DNA’nın genetik materyal olduğunu bulduk ama hala yaşamı bir türlü tanımlayamadık. Yaşam=DNA ya da yaşam=bilgi ise uzayda yaşam ararken bunlara mı bakmamız gerekiyor?

Öncelikle gezegenimiz üzerinden yaşamı anlamaya çalışalım. Biyoloji ders kitaplarına bakacak olursak bir şeye canlı diyebilmemiz için birkaç şartı yerine getiriyor olması gerektiğini görürüz. Üreme, boşaltım, hareket, solunum, adaptasyon gibi maddeler vardır. Peki ama Dünya’da canlı dediğimiz her şey tüm bu özellikleri sağlıyor mu? Elbette hayır! Çünkü biyoloji ne matematiktir ne de fizik. Ondan kesin şeyler beklemek büyük bir hayal kırıklığı yaratacaktır.

Biraz düşünerek bu 10 özelliğin hepsini birden sağlamayan ama canlı olan birkaç şey bulabilirsiniz. Örneğin eşek ve atın çiftleşmesiyle oluşan katır, kısırdır. Ama katırın canlı olduğu da apaçık bir gerçektir.

Bu tanım elbette tamamen işlevsiz değil. Ama bizim aradığımız cevabı bize veremiyor. Bu nedenle yaşamı tanımlamak için evrim teorisini kullanacağız. Charles Darwin’in doğal seçilimle evrim teorisi, canlının çevresine uyum sağlama yeteneğiyle ilgilidir. Çevreye uyum sağlama, gezegenimizdeki her canlının ortak bir özelliğidir. Bu da NASA’nın neden diğer gezegenlerde yaşam ararken bu tanımı kullandığını açıklıyor.

Charles Robert Darwin, İngiliz biyolog ve doğa tarihçisidir. Aynı zamanda doğal seçilim yoluyla evrim kuramının kurucusudur. Doğal seçilim yoluyla evrim kuramı için kabaca şunları söyleyebiliriz. Fenotipteki farklılar nedeniyle tür içinde bazı bireylerin sağ kalma ihtimalinin daha yüksek olması neticede daha çok üremesi ve soyunu devam ettirmesidir. Evrim, elbette ki yaşamı anlamak için son derece önemlidir. Çünkü Dünya üzerindeki canlı yaşamı, evrim mekanizmalarının ürünüdür.

1990’ların başında NASA’nın astrobiyoloji programında yaşam; Darwinci evrim yeteneğine sahip, kendi kendine yeten bir kimyasal sistem olarak tanımlandı.

NASA’nın tanımındaki yetenek kelimesi önemlidir. Çünkü astrobiyologların dünya dışı yaşamın evrimleşmesini beklemelerine ve izlemelerine gerek olmadığını belirtir. Yani sadece dünya dışı yaşamın kimyasını incelememiz yeterlidir. Dünya’da genetik materyal DNA’dır. Sıvı su içeren başka bir gezegende DNA değil, onun gibi genetik materyal olan başka bir molekül aramamız gerekmektedir.

Ancak uzayda yaşam aramak oldukça zorlu bir iş. Koskoca evrende canlı olarak bildiğimiz bir tek bu gezegenin sakinleri var. Ve bu da bizi “acaba yaşamın ne olduğunu hala bilmiyor muyuz” diye düşündürüyor.

Yaşam Çok Tuhaf Bir Fenomen!

Yazının sonuna geldik ama elimizde yaşam şudur diye bir tanımımız yok gibi görünüyor. Belki de filozoflar haklıdır, yaşamı tanımlamaya çalışmak saçma ve gereksizdir. Yine de benim bu öyküde en çok hoşuma giden şey şu oldu. Kuantum fizikçisinden tutun da astrobiyologlara hatta filozoflara kadar birçok alanın ilgilendiği bir soru bu. Yaşam ve canlılık kavramının bu şekilde araştırılması takdire şayan bir öykü olsa gerek.

Satürn’ün uydusu Titan’ın farklı açılardan görüntüleri. Titan’da yaşam olup olmadığı sorusu; halen bilimsel değerlendirme ve araştırma konusu olarak ucu açık bir sorudur. Uydu, Dünya’dan çok daha soğuktur ve yüzeyi sıvı sudan yoksundur. Bu da bazı bilim insanlarının Titan`da yaşamı olası görmemesine neden olmaktadır. Öte yandan, kalın atmosferi kimyasal olarak aktiftir ve karbon bileşikleri  bakımından zengindir. Yüzeyde sıvı metan ve etan vardır. Buz kabuğunun altında sıvı halde bir su tabakası olduğu düşünülmektedir. Bazı bilim insanları, bu sıvı karışımların Dünya’daki hücre yapısından farklı canlı hücrelerin gelişimi için yaşam alanı sağlayabileceğini düşünüyor.

Şunu da eklemeden geçememek gerek. 2030’larda Satürn’ün uydusu Titan’a uzay aracı gönderilmesi planlanıyor. Bu ziyaretin amaçlarından biri de elbette Güneş sisteminde yaşama elverişli olabileceği düşünülen Titan’da yaşamın izlerini aramak.

Bu görev için yeni teknikler geliştiriliyor. Geliştirilen bu teknikler yaşam kavramına olan bakışımızı değiştirebilir. Çünkü artık sadece minik bakterileri ya da karbon temelli yaşamı aramıyoruz. Canlılığa olan bakışımız değiştikçe yeni dünyaların muhtemel sakinlerinin yaşamını arıyoruz.


Kaynaklar ve İleri Okumalar

Matematiksel

Melike Üzücek

Ankara Fen Lisesi'nden mezun oldum. Erdemli insanların yetişmesinde en önemli unsurun eğitim olduğunu düşündüğüm için lisans eğitimime matematik eğitimi üzerinden devam ediyorum. Kitap okumayı yazarların zihinlerine, düşünce dünyalarına girmek olarak gördüğümden kitap okumak benim için boş zaman aktivitesinden çok daha farklı bir konumdadır. Araştırma yapmayı ve sorgulamayı seven biriyim. Matematik ve biyoloji başta olmak üzere felsefe, astronomi, modern fizik ile ilgileniyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu